Birçok farklı konuda dokümanter imaj toplayan ve bu imajları sinemasal bir anlatının içine yerleştiren belgesel türünün, Lumiere Kardeşler’in bir trenin gelişini ve fabrikadan çıkan işçileri kaydettikleri ilk sinema filmleriyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Hayvanlar aleminin belgesel türüne girişininse yirminci yüzyılın başlarında uzak ülkeler ve farklı kültürler hakkında bilgi veren seyahat filmleriyle gerçekleştiğini varsaymak mümkün. Ancak şüphesiz, sinema tarihinin ilk yıllarında çekilen belgesel filmlerin çoğunun “Berlin, Symphony of a City” ve “Man with the Movie Camera” gibi doğal yaşamdan çok yeni yeni oturmaya başlayan şehir hayatı ile ilgilendiğini de itiraf etmek gerek. Bu nedenle hayvanlar alemini odak noktası haline getiren çoğu profesyonel doğa belgeselinin ilerleyen yıllarda İngiliz televizyon kanalı BBC’nin önderliğinde çekildiğini söyleyebiliriz. “Çayırın Sakinleri,” “Kuşlar Kanatlı Uygarlık,” “Beyaz Gezegen” ve “İmparatorun Yolculuğu” gibi son on yılın popüler belgesel filmlerinin temelinde de doğanın en ‘doğal’ haliyle gözler önüne serildiği bu BBC belgeselleri var belki de.
Diğer yandan son yıllarda vizyon salonlarında rastladığımız bu belgesellerle klasik doğa belgeselleri arasında belirgin de bir fark var aslında. Örneğin; klasik doğa belgeselleri doğaya müdahale etmeden, sadece uzaktan gözlemleyen bir ‘dış göz’ kimliği üstlenirken, günümüzde çekilen doğa belgeselleri gözlemlenen imajı neredeyse kurmaca bir hikayenin içine yerleştirmeyi tercih ediyorlar. Belgesel türünün tarafsız bir bakış açısına sahip olup olamayacağının tartışıldığı bugünlerde, doğa belgeselleri de tarafsızlıklarını bir kenara bırakıp, doğal hayatı tüm saflığıyla ortaya koymak yerine hayvanlara birer film karakteri olarak yaklaşmaktan yanalar belki de. Nitekim bu yaklaşım günümüz belgesel kültürünün insan-hayvan dostluğuna odaklanan bambaşka bir sinema geleneği tarafından doğrudan etkilendiğinin de açık bir göstergesi.
Edebiyat tarihinde fabl'larla başlayan hayvanlara insan özellikleri atfetme geleneğinin sinemaya Disney animasyonlarıyla yayıldığını öne sürebiliriz. “Uçan Fil Dumbo,” “Bambi,” “Mickey Mouse” ve diğer Disney karakterleri o dönemlerde insan uygarlığıyla hayvanlar alemi arasındaki sınırı görünmez kılarken bir yandan da hayvanları birer film yıldızına dönüştüren sinema geleneğinin temellerini atıyorlardı belki de. 1940’lı yıllarda beyazperdeye yansıyan, ardından da kült bir televizyon dizisi karakterine dönüşen kahraman köpek Lassie, bu geleneğin en popüler örneklerinden biriydi.
Diğer yandan sizin de bildiğiniz gibi hayvan karakterlerin başrole soyundukları filmler sadece ailelere yönelik komedi, macera ve dram türleriyle sınırlı değil. Korku ve bilimkurgu sinemasının sık sık uygarlığı tehdit eden canavarımsı varlıklar olarak tasvir ettiği hayvanlar, bu tür yapımlarda aile filmlerindeki dostane imajlarından sıyrılıp, yeryüzüne kargaşa ve yıkım getiren birer kötü karaktere dönüşüyorlar. Örümceklerden arılara, piranalardan yarasalara hemen hemen tüm hayvan türlerini birer tehdit unsuru olarak gösteren bu tür filmler, hayvanların sinema dünyasındaki şeytani imajlarını güçlendirmeye yardımcı oluyorlar.
Bugünün popüler doğa belgesellerinin de tıpkı diğer film türleri gibi hayvanları birer film yıldızına dönüştürme çabasına soyunduklarını söyleyebiliriz aslında. İzleyenlerin duygularına yön veren müzik kullanımları, yakın plan çekimleri ve montaj teknikleriyle kurgusal sinema dilinin tüm özelliklerini kullanan yeni dönem doğa belgeselleri artık hayvanların kişisel hikayelerine bir gözlemci ya da bilim adamı disipliniyle yaklaşmıyorlar. Hayvanlar aleminin doğal dengesini imrenilip, örnek alınması gereken bir huzur kaynağı olarak gösteren bu filmler aynı zamanda günümüzde hayli popüler olan ‘doğaya ve doğal olana geri dönüş’ akımının da birer temsilcisi haline geliyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder